Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu -->

25 Şubat 2023 Cumartesi

TAKVİM 4

Tek Din

Allah Teâlâ’nın kesin hükmü şudur: “Allah katında geçerli tek din İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 19). “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, o bulacağı şey Allah katında kesinlikle kabul edilmeyecektir ve o kimse ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”(Âl-i İmran, 85). İslâm, Allah Teâlâ’nın Peygamber Efendimiz’e [sallallahu aleyhi vesellem] gönderdiği Kur’an’la öğretilen dinin adıdır. On dört asırdır dünyada geçerli olan din de yalnızca odur.


Kur’an Öğretirken

Kur’an öğretmenin adabı için şöyle denmiştir: Kur’an öğreten kişi huşû içerisinde yerinde oturur. Okuyanların, talebelerin dersini dikkatlice dinler. Dersi anlamak için susar. Yüce Mevlâ’dan rahmet umar. Durma işaretlerine dikkat eder (bunları öğretir ve uygular). Durulunca nasıl başlanacağını öğretir. Hemzenin (hemze-i vasıl vb.) hallerini onlara açıklar. Sayıları öğretir. Harflerin okunuşunu ve tecvid kurallarını öğretir. Hatim yapmanın faziletini ve faydalarını anlatır. Kur’an-ı Kerim öğrenmeye yeni başlayanlara sevgiyle ve yumuşak davranır. Kur’an öğrenen talebelerden biri gelmediğinde sorar, geldiğinde onu okumaya, dersine çalışmaya teşvik eder. Gereksiz yere konuşmaz. Onlara hem namazda kendi kendilerine hem de imamlık yaparken okuyacakları sureleri öğretir.


Dua İbadeti

En temel ibadetlerden biri de duadır. Esasen dua insanda fıtrîdir. Allah Teâlâ’ya inanan her insan, şu veya bu şekilde dua eder. Her insan zorlandığı, üstesinden gelemediği bir durumla karşılaştığında, Allah’a sığınır, O’ndan yardım bekler.
Allah Teâlâ da insanın kendisine dua etmesini emretmekte, kendisine dua edenlerin katında kıymetli olduğunu bildirmektedir. Bu yüzden dua etmek, duada istenen şey olsun veya olmasın, Allah Teâlâ’nın bir emrini yerine getirmekle ibadet olur ve sevap kazandırır.


Hürmetin Asıl Sebebi

Peygamber ve veli de olsa hiçbir insan, kendisinden kaynaklanan bir sebeple başkalarının hürmet ve hizmetini hak etmez. Şeref ve izzetin tek kaynağı Allah Teâlâ’dır. Bütün izzet, şeref, kıymet, nimet ve ikram O’nun elindedir. O kulları içinden dilediğini seçip peygamber yapar. Onu mucize ve melekleriyle destekler. Kendisini temiz fıtrat, keskin anlayış, güzel ahlâk ile süsler, insanların önüne bir rehber olarak koyar ve “ona tabi olun!” emrini verir. İşte o andan itibaren peygambere itaat Allah’a itaat olur. Ona isyan eden, karşısında Yüce Allah’ı bulur. Onu seveni Allah sever; üzenin hakkından da O gelir.


Nefisle Mücadele

En mükemmel şekilde yaratılmış insanın varoluş gayesi nefsini tanıyarak Yüce Yaratıcısını bilmek ve O’na yakınlık elde etmektir. Bu da Peygamber Efendimiz’in [sallallahu aleyhi vesellem] haber verdiği üzere, “büyük cihad” denilen nefisle mücadele ve mücahedeyi başarmakla mümkündür. 
İnsan bütün zıt sıfatları kendinde toplamış ve ciddi bir imtihan geçirmektedir. Bu nedenle nefsiyle mücadele edip kendisini ciddi bir kontrol altında tutması, muhasebe ve murakabeyi hayat tarzı haline getirmesi gerekir. 


Tövbede Yardımlaşmak

İstiğfar tek başına yapılabilir, fakat tek başına tövbe yapmak ve o tövbeyi korumak dünyanın en zor işidir. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Hep birden Allah’a tövbe edin ki, kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 31). Ayrıca Allah Teâlâ takvaya ulaşmak ve güzel edebi korumak için yardımlaşmamızı  (Maide, 2), kendi yolunda toplu halde, birlik ve dirlik içinde olmamızı istiyor (Âl-i İmran, 102-103). Takvaya ulaşmak ve istikameti korumak için de sadık kulları ile beraber olmamızın gerektiğini belirtiyor (Tevbe, 119).


Peygamber Vârisi Kim?

Mevlâna Halid-i Bağdâdî [kuddise sırruhû] peygamber vârisi, mirasçısı alimleri şöyle açıklıyor: “Peygamber Efendimiz’in [sallallahu aleyhi vesellem] ‘Alimler, peygamberlerin vârisleridir.’ hadis-i şerifinde geçen alimlerden muradın ilmiyle amel eden, ârif-i billah olan alimler olduğu hakikat ehli zatlar tarafından tasdik edilmiştir.
Zira ilim ehli olup da ilmiyle amel etmeyen, ârif-i billah olmayan kimseler merkebe benzetilmiştir. Ârifler ile bu kimseler arasında çok fark vardır; hatta birbiriyle kıyas edilmesi bile uygun değildir. Nitekim Allah Teâlâ, ilmi ile amel etmeyen kimseleri şu ayet-i kerime ile uyarmıştır: ‘Siz iyiliği insanlara emrettiğiniz halde kendinizi unutuyor musunuz?’” (Bakara, 44)


Allah Teala’ın Vaadi

Bir ayet-i kerimede Allah Teâlâ, topluca esenliğe ulaşmanın reçetesini sunmaktadır: “Allah, iman edip salih ameller işleyenlere yeminle vaat etti ki: Daha önceki bazı toplumları hakim kıldığı gibi, onları da yeryüzüne mutlaka sahip ve hakim kılacak. Onlara razı olduğu dinini kuvvetle icra kudreti verecek ve mutlaka onları korkularının arkasından güvenliğe kavuşturacak...” (Nur, 55)
Bu ayette dile getirilen vaat, iman edip salih ameller işleyenlere yöneliktir. Böyle bir vaat varken, halimiz iyi değilse sebebi de açık demektir. Toplumsal sıkıntı ve bunalımlardan kurtulmak için yapılması gereken çok belli: Hakkıyla iman etmek ve salih amel işlemek.


Rızıkta Kanaat ve Bereket

Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem] şöyle dua edilmesini tavsiye ederdi: “Allahümme kannini bima razekteni ve barikli fihi ve ahlif aleyye külli ğaibetinli bihayr.”
Anlamı: “Allahım rızık konusunda beni kanaat sahibi yap ve rızkımı bereketli eyle. Zayi olan her nimetin daha hayırlısını bana ihsan eyle.” (Hakim)


Mekke ve Medine’ye Saygı

Mekke ve Medine, İslâm’ın en kutsal şehirleridir. Allah için cihadı görev edinmiş ecdadımız da o mübarek beldelere saygı da bize örnek olmuşlardır. Tarih kitaplarında “Mekke ve Medine’nin hamisi” olarak anılırken Osmanlı yöneticileri ve halkı, büyük bir edeple hamilik (koruyucusu) sıfatı yerine bu beldelerin hadimi (hizmetçisi) olduklarını belirtmişlerdir. Öyle ki Hz. Peygamber’in [sallallahu aleyhi vesellem] şehrini bir valinin adı altına sokmamışlar, oraya gönderdikleri idareciye vali yerine “Medine Muhafızı” ünvanı vermişlerdi. Mekke ve Medine’ye Osmanlı sancağı asmayı da edebe aykırı bulmuşlardı. 


Ümidini Kesme

Şimdiki hali kötü olan bir kimse bütünüyle güzel amel ve akıbetten ümidini kesmemelidir. Allah Teâlâ’nın yardımı ile kâfir imana, fasık itaate gelebilir ve Allah’ın düşmanı olan bir kimse, O’nun dostluğuna adım atabilir.
Resulullah Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem] buyurdular ki: “Allah Teâlâ bir kula hayır murat ettiği zaman onu bu yolda kullanır.” Bir sahabi: “Bu nasıl olur ya Resulallah?” diye sordu. Efendimiz: “Ölmeden önce onu güzel ameller işlemeye muvaffak kılar.” buyurdu. (Tirmizî, Ahmed)


 Önce Anne Baba

Kul haklarından söz ederken, hiç şüphesiz ilk sırayı anne ve babamız alır. Onlar bizim varlık sebebimizdir ve hem ayet-i kerimelerde hem de hadis-i şeriflerde yorum kabul etmeyecek şekilde haklarına dikkat çekilir. Yüce Allah, İsra Suresi 23 . ayette şöyle buyuruyor:
“Rabbin, yalnız kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya iyi davranmanızı emreder. Eğer ikisinden biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlarsa, onlara öf bile deme! Onları azarlama! İkisine de hep tatlı söz söyle!” 


Allah Teâlâ’nın Tecellisi

Peygamberler veya veliler insanı hidayete erdiremezler. İnsanı ancak Allah Teâlâ hidayete erdirir. Kur’an’da Allah Teâlâ hidayetin ancak kendisinden olacağını açıklıyor. Buna aykırı olan bir tasavvuf anlayışı da olmaz. Çünkü bu anlayış kesinlikle yanlış ve haramdır. Peygamberler ve veliler, Musa Aleyhisselam’ın Tur’da konuştuğu ağaç gibidir.

Tur dağında Allah Teâlâ bir ağaca tecelli etti, onun üzerinden Hz. Musa’yla konuştu. Burada ağaç Rab olmadı. Rabbin ağaç üstündeki tecelliyatı oldu. Allah Teâlâ, ağaca tecelli eder de, ağaçtan daha kâmil olan insana etmez mi? Mürşitleri de ancak böyle düşünmeli, bir kulu Rab gibi görme tuzağına düşüp imanı ve ameli zayi etmemelidir.


Güzel Sözler

Yüce Allah şöyle buyurur: “O’na (Allah’a) ancak güzel sözler yükselir. Onları da Allah’a salih amel ulaştırır.” (Fâtır, 10). Ayeti açıklayan müfessirlerin söylediklerine göre buradaki “güzel sözler”den maksat, Allah Teâlâ’yı zikretmek için söylenen kelime-i tevhid, tekbir, tehlil gibi bizzat “söz” olmakla birlikte; nasihat, ilim öğretmek gibi Allah Teâlâ’nın rızası için söylenen bütün sözlerdir.


ALLAH TEALA ŞU 3 KİŞİYE BENZEYENİ  SEVMEZ

Fakih Ebü’l-Leys [rahmetullahi aleyh] şöyle der: “Allah Teâlâ üç grup insana buğzeder, onları sevmez. Onların içinde bir kısmına ise daha çok buğzeder: 1- Allah Teâlâ günahkâr kişiye buğzeder. Ancak yaşı ilerlemiş olduğu halde günah işlemeye devam edene daha çok buğzeder. 2- Cimriye buğzeder. Fakat zengin olduğu halde cimrilik edene daha çok buğzeder. 3- Kibirlenenlere buğzeder. Fakat fakir olduğu halde kibirlenenlere daha fazla buğzeder.


ALLAH TEALA ŞU 3 KİŞİYE BENZEYENİ  SEVER

Allah şu üç grup insanı da sever. Onlar içinde bir kısmını ise daha çok sever:1- Takva sahiplerini sever. Fakat genç yaşta takva sahibi olanları ise daha çok sever. 2- Cömert olanları sever. Fakat fakir olduğu halde cömertlik yapanları daha çok sever. 3- Tevazu sahiplerini sever. Fakat hem zengin olup hem de tevazu sahibi olanları daha çok sever.”


Kul Hakları

Dinimiz iki hukuka dikkat etmemiz gerektiğini bize öğretiyor. Bunların birincisi Allah Teâlâ’yla olan hukukumuz. Bu hukuk özetle O’na emrettiği şekilde kulluk etmektir. İkincisi insanlarla olan hukukumuzdur. Rabbimiz kendisine kullukla ilgili kusurlarımız konusunda çok merhametli olduğunu bildiriyor, fakat kul hakkı söz konusu olduğunda, kul affetmedikçe kendisinin de affetmeyeceği konusunda uyarıyor.
O halde önce aile ve akrabaların, sonra komşu ve diğer bütün insanların haklarına dikkat etmemiz gerekiyor. Bu haklara riayet ettiğimiz ölçüde fert ve toplum olarak Rabbimizin hoşnutluğunu kazanma ümidimiz olabilir.


Haşyet Sahipleri

Kur’an’da, Allah Teâlâ’dan korkan (haşyet sahibi) ve sakınan (takva) kimselerin kurtuluşa ereceği bildiriliyor (Nur, 52). Ayrıca Allah Teâlâ’dan korkan (haşyet sahibi) zümrenin de âlimler olduğu belirtiliyor (Fâtır, 28).
Birçok ayette takva kelimesi sadece insanlar hakkında kullanılırken, haşyet kelimesi melekler hakkında da kullanılmıştır. Bu şunu gösterir: İnsanlardan kim Allah Teâlâ’ya melekler düzeyinde bir yakınlaşma elde etmişse o haşyet sahibi olur. Allah’tan hakkıyla korkan âlim de işte odur. 


Hayırlar Topluluğu

Kâmil insanların kalbi Allah’ın zikriyle huzur bulmuştur. Onların gönlünde günah olmadığı için o gönüllerden hep hayır ve güzellikler akar. Onların elleri sadaka verir, dilleri hakkı söyler. Onların oluşturduğu toplum dengeli ve huzurludur. O toplum, terbiye eden, kâmil insanlar yetiştiren bir okuldur. Onların olduğu yerde kötülerin bile iyi bir insan olmaktan başka yolları kalmaz. Böyle bir toplumun insanları cennetten bir topluluk gibidir ve sanki cennet ehlinin ahlâkını dünya ehline öğretmek için yeryüzüne gelmiş gibidirler.


Arkadaşın Hakkı

Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem] bir defasında sahabilerden biri ile misvak ağacından iki misvak yaptı. Misvaklardan birisi eğri, diğeri düz ve daha güzel idi. Peygamberimiz [sallallahu aleyhi vesellem] misvakın güzel ve doğru olanını arkadaşına, eğri olanı da kendisine ayırdı. Sahabi: “Bu güzel misvak size yakışır ya Rasulallah!” deyince Peygamberimiz: “Bir saat de olsa bir kimse ile arkadaşlık edene, arkadaşlık hakkına riayet edip etmediği sorulur.” buyurdular.
Sahip olunanın iyisini dostuna, müslüman kardeşine ikram etmek övgüye değer bir davranıştır. Dünya ne kadar “hep bana, hep bana” dese de, müslüman aksine davranıp güzel ahlâkta olgunluğa erişmeye çalışır. 


Regaib Kandili

Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem] Regaib gecesinin içinde bulunduğu Recep ayında çok dua eder, namaz kılar, oruç  tutar, iyiliklerin her çeşidini yapar, sadaka vermeye özen gösterirdi. Efendimiz’in [sallallahu aleyhi vesellem] Receb’in ilk perşembe gününü oruçla geçirdiği ve cuma gecesinde, bu geceye mahsus olmak üzere on iki rekât namaz kıldığı rivayet edilmektedir. Bu gecenin bereketinden istifade etmek için dua etmeli, tövbe ve istiğfarda bulunmalı, geceyi ibadetle geçirmelidir. 


 RECEP AYI

Kur’an’da şöyle buyuruluyor: “Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, doğru hesaptır.” (Tevbe, 36). Dört haram ayın üçü peş peşe gelir. Bunlar Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir. Dördüncüsü de Recep’tir. Mübarek üç aylar da Recep ayıyla başlar. Haram ayların en üstünü ve Üç Aylar’ın başlangıcı olan Recep ayını, belirtilmiş özel bir ibadeti olmamakla birlikte, ibadet, zikir ve fikirle değerlendirerek Şaban ve Ramazan aylarına hazırlık yapmalıdır


Namazın Eksiği Tamı

Peygamber Efendimiz’in [sallallahu aleyhi vesellem] Ehl-i Beyt’ten kabul ettiği Selman-ı Fârisî hazretleri [radıyallahu anh] şöyle diyor: “Her kim tam hazır olmaz ve namaza kendini vermezse, eksik ölçüp tartan kimseler sınıfına girer. Siz, Allah Teâlâ’nın eksik ölçüp tartanlar hakkında ne buyurduğunu biliyorsunuz. Namaz da bir ölçekledir. Kim namazı tam yerine getirirse karşılığı da kendisine tam verilir.”


Kıyamete Kadar

“Resulullah [sallallahu aleyhi vesellem], bir gün sabah namazını kıldırdı, sonra minbere çıktı. Konuşması öğleye kadar devam etti. Öğle namazını kıldırdı ve tekrar minbere çıkıp ikindi vaktine kadar devam eden bir konuşma yaptı. İkindi namazını kıldırdı ve yeniden minbere çıktı. Bu konuşması da güneş batıncaya kadar devam etti. Meydana gelmiş ve bundan sonra meydana gelecek olan her şeyi bize haber verdi.” (Müslim)
Sahabe’den Hz. Huzeyfe [radıyallahu anh], bu konuşmanın kıyamete kadar çıkacak olan fitnelerle ilgili olduğunu ve bunların “sıcak yaz rüzgârları gibi” bütün dünyayı kasıp kavuracağını bildirmiştir.


Batınî Hükümler

İnsanların yerine getirmesi gerekli olan dini hükümler zahirî ve batinî olarak iki kısma ayrılır. Fertlerin vücudunu ve maddi âlemini ilgilendiren hükümlere zahirî hükümler denir. Bunlar da emirler ve yasaklar olarak ikiye ayrılır. İlâhi hükümlerin kalp ile ilgili olan hususları batinî hükümler kısmına girer. Mesela ihlâsı kazanmak, rızayı beklemek, huşuyu bilmek, tevekkül etmek, vakar ve metanet sahibi olmak gibi... Bütün bunlar peygamberlerin ahlâkıdır. Peygamberlerin insanlardan üstünlüğü bunlarladır.


Düşüncenin Etkisi

Hz. Lokman (aleyhisselâm) yalnız başına oturur, uzun uzun düşünürdü. “Düşünce ve tefekkür insanı cennet yoluna ulaştırır” derdi. 
Bişr-i Hafî de [kuddise sırruhû] şöyle demiştir: “Eğer insanlar Allah’ın azametini yeterince düşünüp tefekkür etselerdi, O’na asla isyan etmezlerdi.” 
Tefekkürün sonucu ilim, hâl ve amellerdir. Tefekkür kalpte ilim doğurur. Bunun sonucunda kalbin hali iyileşir. Kalp iyileşince de her şey iyi olur. 


Dünya ve Ahiret Sevgisi

Ebu Abdurrahman Sülemî [kuddise sırruhû] şöyle diyor: “Sadece dünyayı sevip onu talep edenlerin akıbeti, içinde ebedî kalacakları cehennem ateşidir. Dünyada iken ahireti isteyenlerin, ahireti kazanmak için çalışanların amelleri ise makbuldür. Çünkü ahiret için çalışmak, en güzel şekilde Allah’a yönelmek, O’nun huzurunda durmak, O’nun katında olana rağbet etmektir. Böylece Allah bunları yapan kimselerin gayretlerini boşa çıkarmaz, amellerini kabul eder. Talep ettiklerinden daha üstün ve daha güzellerini onlara verir.”


Nalıncı Baba

Sultan Murad, molla kıyafeti giyerek sadrazamla beraber İstanbul’un mahallelerinde dolaşırken yerde yatan bir ceset görürler. Mahalle sakinleri onlara cesedin bir sarhoş olduğunu, nalıncılık yapıp parasını içkiye, fuhuşa harcadığını söylerler. Onu camide gören de yoktur. Sadrazam oradan uzaklaşmak ister. Ama Sultan: “Kimseye bir şey diyemem. Ama bu bizim insanımızdır, naaşını kaldırmalıyız” der. 
Naaşı alıp Fatih Camii’nde yıkarlar. Sonra Sultan, nalıncının evini bulur. Karısıyla konuşur. Nalıncının yaşlı hanımı, kocasının başkaları içmesin diye içki satın alıp helaya döktüğünü, kötü yola düşmüş kadınları eve getirip bıraktığını, kendisinin de onlara dinî sohbetler yaptığını anlatır. Ayrıca kocasının müttaki imamları olan uzak camilere gittiğini söyler. Bir gün kocasının, evinin bahçesine kendi mezarını kazdığını görür. Ona, seni kim yıkayacak, kim kefenleyecek diye sorar. Nalıncı gülerek cevap verir: “Allah büyüktür hatun. Hem padişahın işi ne?”
Gerçekten de Sultan, 1592’de vefat eden bu Allah dostunun cenaze namazını kendisi kıldırıp evinin bahçesine gömdürmüş. Oraya bir de türbe yaptırmış.


Tövbe İşaretleri

Ebu Leys Semerkandî [rahmetullahi aleyh], “Tenbîhü’l-Gâfilîn” adlı eserinde hikmet ehli bir zatın şöyle söylediğini naklediyor: “Kişinin tövbe ettiği şu dört işaretten belli olur: 
Dilini faydasız sözlerden, yalan ve gıybetten uzak tutar. 
Kalbinde kimseye karşı haset ve düşmanlık beslemez. 
Kötü arkadaşlarını terk eder. 
Geçmişte işlediği günahlara pişmanlık duyup ibadet ederek ölüme hazırlanır.”



Modern Olan ve Medeniyet

Geçmişte inkârcı kavimlerin kurduğu medeniyetler gibi modern medeniyet de insanın manevi dünyasını yıktı. Oysa medeniyet insanlığın bir yönünü geliştirirken öteki tarafını çürüten, yok sayan bir oluşumun adı değildir. Medeniyet akıl, ruh ve gönül gibi insanın bütün yönlerini kemale erdiren sahih bir oluşumun adıdır.
Gerçek bir medeniyet, insanı terbiye eden, kemâle erdiren sosyal, siyasi, iktisadi bir hayat tarzı, bir kültür, bir irfanî dokudur. Modern medeniyetle gelişen ve değişen çok şey var şüphesiz. Fakat dönüp bir bakıldığında görülen o ki, insanlığın ruhi, ahlâki ve hissi gelişimini durdurmuştur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder